if(window.location.href == 'https://kisiselyazilarimkaan.blogspot.com' || window.location.href == 'https://kisiselyazilarim.blogspot.com' ) { window.location="https://kisiselyazilarimkaan.blogspot.com"; } Kişisel Yazılarım : Şubat 2017

26 Şubat 2017 Pazar

İlmihal Dersleri -1-

İTİKAD 


Hamd, varlığın gerçek sahibi Allah-u Zülcelâl'e aittir. Salat-u selam; Resulullah Efendimiz'in, Ehl-i Beyt'inin ve Ashab-ı Kiram'ın üzerine olsun. 

İtikad, Allah-u Zülcelâl'e iman, İslam binasının temelidir. Bu sebepledir ki her müslümanın, itikad ve inancının ne manaya geldiğini, nelere inanması gerektiğini, sağlıklı bir şekilde öğrenmesi gerekir. Bu bilgileri öğrenmek, herkes için farzdır. Bilmemekten dolayı, kişi sorumluluktan kurtulamaz. Bu sebeple, İslam âlimleri itikad üzerinde çok titiz davranmışlar ve müslümanları, batıl ve bid'at, inanç ve fikirlerden uzak tutmaya gayret göstermişlerdir. 

Akâid: Allah-u Zülcelâl'in bildirdiği İslam dininin temel hüküm ve kaideleridir. İslam'ı bir binaya benzetecek olursak, itikad onun temeli ve direkleri mesabesindedir. 

Akâid kelimesi 'itikad'ın çoğuludur. İtikad; bir şeye kalbini bağlamak, kesin olarak inanmak, gönülden benimseyerek doğruluğuna inanmak ve kesinlikle karar vermek, manalarına gelmektedir. 

İtikad, iman etmek demektir. İman etmek; hiçbir şüpheye yer vermeden, kesin bir inançla İslam'ın getirdiği temel esaslara bağlanmak ve kabul etmektir. 

Dinin getirmiş olduğu hükümler (Ahkam-ı Şer'iyye) üç çeşittir; itikâdî, amelî ve ahlâkî. Bunların tamamı bir müminde toplandığında, onun dini tamamlanmış olur. Bir kişide, amel eksik ve ahlak da zayıf olsa o kişinin imanına bakılır. Eğer iman esaslarının tamamına hakiki olarak iman etmiş ise o kimse müslümandır. Ancak, iman esaslarından birine inanmasa da amel ve ahlakı iyi olsa, o kimse iman sahibi olmuş olmaz. 

Demek ki yapılan ibadet ve iyiliklerin kabul şartı, iman etmektir. İman tam ve kesin olarak yolsa diğer iyiliklerin hiçbirisine Allah katında itibar edilmez. Allah-u Zülcelâl bu hususta ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Kim, imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır." (Maide; 5) 

İşte, bundan dolayıdır ki iman esaslarını çok iyi bir şekilde bilmek ve kesin bir inançla iman etmek, bütün müslümanlar için çok önemlidir.

İman esaslarının temeli, Allah-u Zülcelâl'e, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete, kaza ve kadere inanmaktır. Halkın dilinde bunlara 'amentü' veya 'imanın şartları' denilmektedir. Ayet-i kerimede, "Ey İman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz gerçek bir sapıklığa düşmüştür." (Nisa; 136) 

Dikkat etmek gerekir ki bu inanç esaslarına iman etmek gerektiği gibi bunların taşıdığı diğer hususlara da iman etmek farzdır. Mesela bir kimse, Kur'an-ı Kerim'e iman etse de onun bir ayetini inkâr etse imandan çıkmış olur.

Akâid ilmi, işte bu iman esaslarının ne olduğunu ve bunlara iman etmenin nasıl olacağını ortaya koyar. İman etmenin mahiyetini açıklar. Kısaca, Allah-u Zülcelâl'in bizden talep ettiği, hakiki imanı elde etmek ancak akâid ilmini bilmeye ve bunlara kalben inanmaya bağlıdır. Kişinin dini, bu itikad temeli üzerine kuruludur.

İtikadda hak olan mezheb 'Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Mezhebi'dir. Diğer bozuk fırkalar olup bunlara 'Bid'at Ehli' veya 'Fırak-ı Dâlle" (doğru yoldan sapmış fırkalar) denir.

Hadis-i Şerifte, "Muhammed'in can (kudret) elinde bulunan (Allah)'a yemin ederim ki elbette benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka Cennet'te, yetmiş iki fırka ateştedir. Bunun üzerine 'Ya Resûlellah! Cennette olan fırka kimlerdir?' diye soruldu, Resulullah sallallâhu aleyhi vesellem: 'Onlar benim ve ashabımın gittiği yoldan gidenlerdir.' diye cevap verdi." (İbn-i Mace, Fiten, 17; Ebu Davud, Sünnet, 1)

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Mezhebi'ni bir bütün olarak ortaya koyan itikad imamları ikidir. Bunlar; İmâm-ı Ebu Mansur Maturidi ile İmam-ı Ebul-Hasenel-Eş'ari'dir. Bu ikisinin bildirdiği iman esasları aynıdır. Sadece esasa ait olmayan bazı konularda fikir farklılıkları mevcuttur.

Eş'arî ve Maturidî, Selef-i Salihîn'in (Sahabe'den sonraki dönemin büyük İslam âlimlerinin) bildirdikleri itikad ve imanla ilgili bilgileri açıklamış, kısımlara bölmüş ve insanların anlayabileceği şekilde açıklayıp sistemli bir şekilde yazmışlardır. Bunların itikadı, Ashab-ı Kiram, Tabiin ve Selef-i Salihîn'in itikadı üzeredir.

Tevhid 


İslam dini, tevhid itikadı üzerine kurulmuştur. Tevhid ise; Allah-u Zülcelâl'in zatında ve sıfatlarında tek (bir), ezeli ve ebedi olması ve O'nun yaratması dışında bir şeyin olmasının, kesinlikle mümkün olmamasına iman etmektir.

Her şeyin bir adabı (usûlü) vardır. Tevhid, itikad ve imanın şartı da Allah-u Zülcelâl'in zatî ve subutî sıfatlarında tek (bir) olduğunu bilmek ve iman etmektir. Peygamberlere, kitaplara, meleklere, ahiret gününe, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye itikad ve iman etmektir.

İlk Peygamber Hz. Âdem aleyhisselâmdan son Peygamber, bizim Peygamberimiz, Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselâma kadar, bütün peygamberler tevhid dinini getirmiştir. Hiçbir Peygamber, Allah'a şirk koşmayı asla emretmemiştir. Allah'a şirk koşmak, yani O'nun sıfatlarında ve mülkünde bir ortağı olabileceğini iddia etmek, Allah'ı inkar etmek gibi dinden çıkmaya sebep olur.

İslâm

İslam, hak dine, Allah'ın Resulü ile gönderdiği dinine teslim olmak demektir. Bizim dinimize İslam adını Allah-u Zülcelâl vermiştir. "Din olarak size İslam'ı seçtim." (Maide; 3) buyurmuştur.

Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellemin tebliğ buyurduğu şeylerin hepsini; zahirî (fizikî) ve batınıyla (manevi ve gaybî yönleriyle) kabul etmek, sözleri ve fiilleriyle onları kabul ettiğini göstermek; Allah-u Zülcelâl'e ve Peygamberine itaat etmektir.

İman


İman, lügatte, bir şeye tereddütsüz, kesin olarak inanmak ve gönülden bağlanmak demektir.

Dini manası ise Allah-u Zülcelâl'in varlığını, birliğini, Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemin Allah'ın peygamberi olduğunu ve bizlere bildirdiği şeylerin hepsinin hak olduğunu, hiçbir şüphe duymadan kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Peygamberlere, kitaplara, meleklere, ahiret gününe, kaza ve kadere ve öldükten sonra dirilmeye itikad ve iman etmektir.
Allah-u Zülcelâl'in dinini kalbi ile tasdik etmek, yani Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellemin getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerin gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir. Buna göre, imanın gerçeği ve özü kalbin tasdiğidir.

Kaynak: Büyük İslâm İlmihali
Müellif: Seyda Muhammed Konyevi (k.s) Hazretleri

25 Şubat 2017 Cumartesi

İzdivaç Programları Kapatılsın!

Hemen hemen her gün, ekranlara gelen ve aile yapısını parçalamaya yönelik, evlilik müessesesine zarar veren bu izdivaç programları, maalesef birçok kişi tarafından izleniyor. 

Genel itibari ile izdivaç programları, insanların güya evlenmek için çıktıkları, ancak bu insanların aslında o kanalda çalışan personellerden oluştukları, bir gerçektir. Öyle ki, bu programları ben ne zaman izlesem, hep bir senaryo ortaya atıyorlar. Bir aşk hikayesi çiziyorlar ki, aşk filmlerinde bile böyle bir hikaye bulamazsınız. Hep birileri, birilerinden hoşlanıyor. O kişiler sürekli barışıp ayrılıyor. Bu tutum, Türk toplumuna bu davranışları empoze etmeyi amaçlıyor. 

Ben çocukluğumda, "Biri Bizi Gözetliyor" programını izlediğimi hatırlıyorum. Bu programda kadın ve erkekler, aynı ortamda kalıyorlar. Tabii kadınla erkeğin aynı ortamda kalması, ateşin yanında barutun kalmasıdır. Bu izdivaç programlarının perde arkasında ise, farklı bir şey işlenmiyor. 

Bir adam, bir kadını görüyor veya bir kadın bir adamı görüyor, beğeniyor. İzdivaç programına katılıyor, sonra bir aşk hikayesi, bir senaryo hazırlanıyor. Sadece bu da değil, bu programa katılan insanlar, birbirlerine ağır hakaretler sarf ediyorlar. Bunları izleyen toplumumuz da, bu tutum ve davranışlara empoze oluyor. RTÜK bu programlara ağır para cezaları uyguluyor. Ancak, bu programlar o kadar çok para kazanıyor ki, bu cezalar, onlar için bir ekmek-peynir parasından öteye gitmiyor. 

Bu izdivaç programları, gerçekten aile yapısını kökünden sarsacak niteliktedir. Bu programları izleyen bilinçsiz insanlar, maalesef evliliğini sonlandırmak zorunda kalabiliyor. 

Ancak ne var ki, bu programları izleyen sadece yetişkinler değildir. Birçok çocuk da bu programları izliyor ve bu programlardaki olumsuz tutum ve davranışlar, çocukların kişiliğini olumsuz olarak etkiliyor. 

Ben mesela bir yetişkin olarak, bu programları izledikten sonra evlilikten korkar hale geldim. Çünkü, insanı evlilikten soğutan bir senaryo izleyen izdivaç programları, insanda evlilik düşüncesini, evlilik fobisine dönüştürüyor. Bu programa çıkanlar, insanları çıkarları için mesela; para, pul, ev, araba gibi şeyler için evlenmek peşinde. En son, Esra Erol'a çıkan Caner, daha önce de evlilik programlarına katılmıştı. Şu anda halen daha bu programa çıkan Caner'in tek amacı, ün yapmak diye düşünüyorum.

Tüm bu olumsuz tutum ve davranışları, halka empoze etmeye çalışan bu programların tek amacı, daha fazla reiting kazanmak. RTÜK'den ve yetkililerden, bu aile yapısını ve toplum davranışlarını olumsuz etkileyen bu programlara derhal son verilmesini rica ediyorum! 

En Sevdiğim Sahabelerden Biri: Hz. Ömer (r.a)

Bugün size, en sevdiğim sahabelerden biri olan, bugünlerde en çok onun adaletine ihtiyacımızın olduğu büyük bir zattan bahsedeceğim. Adı, Ömer bin Hattab. 

Hz. Ömer radıyallâhu anhu, Milattan Sonra 579 yılında, Mekke'de dünyaya gelmiştir. Hz. Ömer radıyallâhu anhu, büyük bir komutan, adaleti keskin bir devlet reisiydi. İslam'ın ikinci büyük halifesiydi. 

Cahiliye döneminde iken dahi, asla adaletten şaşmayan büyük bir zattır, Hz. Ömer radıyallâhu anhu. Müslüman olduktan sonra, zalimlerin korkulu rüyası, mazlumların ümidi olan Hz. Ömer radıyallâhu anhu, bu günlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz zatlardan biridir. Çünkü, onun adaleti dünyaya huzur getirdi. Kurt bile koyuna saldırmıyordu, Hz. Ömer'in adaletinden dolayı. 

Hz. Ömer henüz Müslüman olmadan önce, tabiri caiz ise tam bir kabadayı idi. Onu gören herkes, ondan korkardı. Hiç kimse, yanına yaklaşmaya cesaret edemezdi. Bir gün, Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemin öldürülmesini istişare ederler. O an, Hz. Ömer radıyallâhu anhu içeriye girer. "Sizin kuvvetiniz buna yetmiyorsa, benim Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemi öldürmeye kuvvetim yeter." diyerek, kılıcı eline alır ve her tarafta Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemi aramaya başlar. Birden önüne müslüman bir erkek çıkar. Der ki, "Nereye gidiyorsun ey Ömer! Deli dolu böyle..." Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemi arıyorum. (Haşa) kafasını bir koparayım şunun." der. O müslüman adam şüphelenir ve Hz. Ömer'e der ki, "Git bacın Fatıma'ya bak!" Hz. Ömer, "Ne olmuş Fatıma'ya?" O da, "Bacın da Müslüman oldu işte!" der. 

Hz. Ömer öyle hiddetlenir ki, bir hışımla bacısı Hz. Fatıma'nın evine yol alır. Sonra bir an kapıya kulak verir, bakar ki içeriden Kur'an sesi geliyor... Bir yumruk vurur Hz. Ömer kapıya, bacısı :
Fatıma "Kim o?" 
Hz. Ömer: Ben Ömer bin Hattab, açın kapıyı! 
Kapıyı açan olmayınca, Hz. Ömer koca kapıyı yıkar, içeri girer. "Siz ne yapıyorsunuz burada!" der. "Yoksa (haşa) o Muhammed sallallâhu aleyhi veselleme tabii mi oldunuz?" Hz. Fatıma: "Hayır, biz öylesine aramızda sohbet ediyorduk." der. Hz. Ömer, "Hayır! Siz yoldan çıkmışsınız, siz atalarımızın dinini terk etmişsiniz." Tam Hz. Fatıma'nın kocası bir şeyler söylemeye çalışırken, birden Hz. Ömer adamı yere yatırıp yumruklamaya başlar. Hz. Fatıma. "Ne yapıyorsun, öldürecek misin kocamı?" derken, Hz. Ömer, Fatıma'ya öyle bir tokat atar ki, bu sefer de bacısının ayakları yerden kesilir. Hz. Fatıma: "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Allah'tan korkmuyor musun sen, bırak yakamızı! Çok bilmek istiyorsan, evet! Muhammed sallallâhu aleyhi veselleme uyduk. Sen canımızı mı alacaksan, al bizim canımızı!" 

Hz. Ömer, kendince zayıf olan bu kadının, diklenmesi karşısında biraz duraksar. 
-Hz. Ömer: Ne okuyordunuz?
-Hz. Fatıma: Biz Kur'an okuyorduk!
-Hz. Ömer: Verin bakayım bana, o okuduğunuz ayetleri!
-Hz. Fatıma: Hayır! Onu sana vermeyeceğiz. Sen dokunamazsın ona! 
-Hz. Ömer: Niyeymiş?
-Hz. Fatıma: Çünkü sen puta tapıyorsun, çünkü sen pissin! Senin vücudun necistir. Bu necis vücut, Kur'an'a dokunamaz! 
-Hz. Ömer: Peki nasıl dokunabilirim?
-Hz. Fatıma: Git yıkan! İyice bir temizlen, ancak o zaman buna dokunabilirsin. 

Hz. Ömer, dedikleri gibi yapar, yıkanır. Sonra ayetleri okuyunca Hz. Ömer, beyninde depremler oluşmaya başlar. Okuduğu ayetler, Taha Suresinin ilk ayetleriydi: 
1 - Tâ, Hâ,
2 - Ey Muhammed! Kur'ân'ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik.
3 - Ancak Allah'tan korkan kimse için bir öğüt olarak (indirdik.)
4 - Yeri ve yüce gökleri yaratanın katından yavaş yavaş bir indirilişle (onu) indirdik.
5 - O Rahmân (kudret ve hakimiyyetiyle) Arş'a hakim oldu.
6 - Bütün göklerde olanlar, bütün yerdekiler, bu ikisinin arasında ve toprağın altıda bulunanlar O'nundur.
7 - Sen (Allah'a ettiğin dua ve zikirle) sesini yükseltirsen (bilki Allah bundan mustağnîdir.). Çünkü O şüphesiz gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.
8 - Allah O'dur ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O'nundur.
9 - (Habîbim!) Musa'nın (başından geçen hayat) hikayesi sana geldi mi?
10 - Hani o bir ateş görmüştü de, ailesine: "Yerinizde durun, benim gözüme bir ateş ilişti, belki size bir kor getiririm, yahut ateşin yanında bir yol gösterici bulurum" demişti.
11 - Ateşe vardığı zaman şöyle çağrıldı: "Ey Musa!
12 - "Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal bir vadi olan Tuvâ'dasın."

Ayetlerden etkilenen Hz. Ömer: "Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem nerede? Onu görmek istiyorum!" der. O sırada, Hz. Fatıma ve eşine Kur'an öğreten saklandığı yerden çıkarak: "Ey Hattab'ın oğlu! Seni müjdeliyorum. Resulullah sallallâhu aleyhi vesellem, bu gün senden bahsetti. Duası şuydu: "Ya Rabbi! İki Ömer'den birine iman nasip et!" Demek ki, bu dua senin için kabul oluyor!" 

Mekke'de iki Ömer vardı. Birisi Ebu Cehil, Birisi de Hz. Ömer radıyallâhu anhu. Bu iki isim, Mekkeli'lerin korkulu rüyasıydı. Hz. Ömer, Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellemin bulunduğu binaya yaklaşınca, Müslümanlar tedirginleşir. Ama, Hz. Hamza radıyallâhu anhu: "Bırakın girsin içeriye! Allah için gelmişse, iyilik görecek. Başka bir niyet ile geldiyse, Ömer'in kılıcıyla ben onu öldürürüm." Hz. Ömer, elinde kılıcıyla içeri girer. Hz. Hamza bir kolundan, diğer sahabe öteki kolundan sımsıkı tutar. Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem, "Bırakın onu." der. 

Hz. Ömer'in elinde kılıç, vuracak mı, vurmayacak mı derken, Resulullah sallallâhu aleyhi vesellem, Hz. Ömer'in iki yakasından tutup: "Ne zamana kadar duracaksın, ey Hattabın Oğlu! Nereye kadar direneceksin? Yoksa Ebu Leheb hakkında inen bir ayetin, senin hakkında da inmesini mi bekliyorsun? 'Ömer Müslüman olmayacak!' sözü insin mi bekliyorsun? Hattabın Oğlu! Neyin peşindesin sen?!" Hz. Ömer: "Hayır! Ben sana teslim olmaya geldim!" 

Hz. Ömer, kelime-i şehadet getirir ve Müslüman olur. Artık, zalimlerin korkulu rüyası, mazlumların ümidi olmuştur. Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonra, daima Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemin yanında savaşmış, Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellemin korumalığını yapmıştır. İslam, Hz. Ömer'in Müslüman olmasıyla, tam bir zafer kazanmıştır. 

Hz. Ömer halife olduğunda, ilk hutbesi çok manidardır: 

"Sanmayın, ben sizin en hayırlınızım. Ama bu göreve getirildim. Bundan sonra zalimlere karşı son derece sert olacağım. Mazlumun ise daima yanında olacağım, hakkını alıncaya kadar. Eğer sözümden şaşarsam, beni doğrultun! Eğer yapmazsanız, Allah'ın rahmeti sizden uzak olacaktır. Bundan sonra hiç kimse menfaat için yanıma gelmesin. Menfaat için yanıma gelenin canını yakarım! Ben sertim, beni yumuşat Ya Rabbi! Ben zayıfım, beni güçlendir Ya Rabbi! Ben cimriyim, beni cömert kıl Allah'ım!" 

Hutbeden sonra, minberden aşağıya inen Hz. Ömer, tüm ailesini yanına çağırır ve: "Sakın, benim makamımı kullanarak yanlış yapmayın. Eğer biz halifenin akrabalarıyız diye yanlış yaparsanız, Allah'a yemin ederim ki, başkasına bir ceza verirsem, size yetmiş ceza veririm. Sizin canınıza okurum!" 

Hakikaten de Hz. Ömer, makamının kendisini şımartmasına asla izin vermemiş, asla hak ve adaletten en ufak bir taviz vermemiştir. 

Bir gün, Hz. Ömer para dağıtır. Kendi oğluna 3.000 altın, yanındaki gence 5.000 altın verir. Oğlu Abdullah itiraz eder: "Baba! Benle o genç, aynı yaştayız. Ne farkı var onun benden? Niye ona 5.000, niye bana 3.000?" Hz. Ömer, onun babasının adı Ebu Zeyd! Peygamber sallallâhu aleyhi vesellemin evlatlığıdır. Onun babası senin babandan daha şereflidir, o da senden daha şereflidir. Çekil git, bir daha yanıma gelme!" 

İşte, Hz. Ömer'in adaletinden bahsetmek için, bu kıssa yetiyor da artıyor bile. Kıtlık yıllarıdır. Hz. Ömer, bir kasabın yanına oturur, kasaptan et alanların adını bir kağıda yazar. Sonra aynı kişi tekrar geldiğinde, "Niye geldin buraya?" Adam, "Param var, et almaya geldim!" Hz. Ömer: "Dün yemedin mi!" Adam, "Bugün de canım istiyor!" Hz. Ömer: "Senin canın kırbaç istiyor aslında. Sen utanmıyor musun, iki gün üst üste et yiyorsun? İkinci gün et yiyeceğine, o paranı Müslümanlarla paylaşsan olmaz mı? Yıkıl git, bir daha buraya gelme!" 

Hz. Ömer, kıtlık yıllarında sadece zeytinyağı, sirke ve ekmek yemiştir. Onun dışında, ikinci bir yemek yememiştir. Hz. Ömer, kendini asla halktan farklı görmüyor, kendini her zaman onlarla bir tutuyordu. Bir keresinde, Hz. Ömer geceleri dolaşırken ağlayan çocuğun sesini işitir. Çocuğun sesi, sabahlara kadar devam eder. Hz. Ömer, eve gelerek, "Niye ağlıyor bu çocuk? Sustursana şunu, bir ihtiyacı varsa gidersene!" Kadın: Halife, sütten kesilen çocuklara maaş bağlattı. Ben de çocuğumu sütten kestim, maaş alayım diye. Çocuğum süt istiyor, vermiyorum. Çocuğum ondan dolayı ağlıyor!" 

Hz. Ömer, bin darbe yemiş gibi, yanındaki Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi vesellemin amcası, Hz. Abbas'a baktı ve dedi ki: "Görüyor musun, benim yüzümden kaç kişinin canı yanmıştır, kim bilir? Benim yüzümden çocukları aç bırakıyorlar! Şimdi ben Allah'a ne diyeceğim?" Sabah namazından sonra, ilk değiştirdiği kanun budur. Bundan sonra, doğan her çocuğa maaş bağlanacaktır. Sadece sütten kesilenlere değil. 

Hakikaten, Hz. Ömer içtihatlarıyla insanı kendisine hayran bırakıyor. Hakikaten, adaleti, hak ve hukuku en iyi şekilde yöneten, yürüten eşsiz bir devlet idarecisiydi. 

Bir keresinde, Hz. Ömer, Amr bin El-As'ı Mısır'a vali yapar. Hz. Amr, Mısır'a vali olduğu dönemde, korkunç bir gelenekle karşı karşıya gelir. Firavunlardan kalma bu gelenekte, evlilik çağına gelen genç bir kıza birkaç bir şey yedirip, bağladıktan sonra, Nil Nehri'ne atarlarmış. Böylece Nil Nehri taşarmış. Hz. Amr, bu korkunç gelenekten rahatsız olur ve neticesinde Hz. Ömer'e bir mektup yazar. Hz. Ömer, cevap mektubunda der ki: "Böyle bir şeye müsaade etmeyeceğimi bilirsin. İslam'ın böyle şeyleri kaldırdığını bilirsin. Gece olunca, sana gönderdiğim mektubu al, gecenin bir yarısında Nil Nehri'ine bırak. 

Ertesi gün, tekrar genç bir kızı nehre atmaya hazırlanırlarken, Hz. Amr, "Biz böyle bir şeye müsaade etmiyoruz. Nil taşacak!" der. Daha sonra, o gece Nil Nehri'nin kenarına gelecek ve mektubu okuyunca ağlayacaktır. Mektupta şu yazılıdır: "Ey Nil! İnsanların canını alarak kabaracaksan, kabarma. Seni kabartan Allah, yine kabartacaktır. Sana emrediyorum, sen kabaracaksın!" Hz. Amr, bu mektubu Nil Nehri'ne attıktan sonra, ertesi sabah Nil Nehri öyle bir taşar ki, sanki daha önce hiç böyle taşmamıştır. Böylece Hz. Ömer, bu korkunç geleneğin de sonunu getirecektir. Hakikaten insanlara hükmeden Hz. Ömer'in adaleti, sulara, hayvanlara, yani her şeye hükmediyordu.

Bir keresinde Medine'li hanımlar, koku almak için toplanırlar. O sırada Hz. Ömer'in karısı, Hz. Atike tam o kokulardan faydalanmak isterken, Hz. Ömer: "Sen dokunmayacaksın! Başkaları dağıtırken, sen sadece başlarında duracaksın!" 

Hz. Atike sebebini sorduğunda, Hz. Ömer: "Çünkü sen, o zaman halktan daha çok yararlanacaksın. Hakkın yok buna! Herkese ne kadarsa, sana da o kadar. Ömer'i sıkıntıya sokma Atike!" 

İşte, Hz. Ömer radıyallâhu anhunun adaletine bugün ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteren bir kıssa daha! Hakikaten, Hz. Ömer'in adaletini anlatmaya kelimeler yetmez. Sadece şunu biliyoruz ki, Hz. Ömer gibi adil bir idareci, daha bu dünyaya gelemez. Hakikaten de günümüzde yaşanan kıyımlar, zulümler, haksızlıklar, Hz. Ömer'e ne kadar da ihtiyacımız olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. 

Bu yazıyı yazmamın sebebi, aslında Hz. Ömer'e duyduğum muhabbet ve sevgiden ötürü geliyor. Belki de bunları ben değil, O yazdırıyor! Kıyamete kadar, unutulmayacak Hz. Ömer ve keskin adaleti! Ahir zamanda her geçen gün, o büyük komutana, büyük idareciye, büyük sahabeye bu ümmetin her zaman ihtiyacı olacaktır. 

Allah-u Zülcelâl, bahsettiğimiz bu büyük insan Hz. Ömer radıyallâhu anhunun ruhunu şad eylesin, şefaatine hepimizi daim eylesin ve O'nun adaletini örnek alan kullarından olmayı hepimize nasip eylesin. (Âmin) 

23 Şubat 2017 Perşembe

Namaza Önem Göstermenin Gereği

Namaz, insanın Allah-u Zülcelâl'e iman ettikten sonraki en önemli görevidir. Nitekim, Kur'an'ın birçok ayetinde namazdan bahseder. Namaz dinin direğidir. Dinini ayakta tutmak isteyen bir kimse, önce günde beş vakit namazını eda etmelidir. Hz. Ömer radıyallâhu anhu şöyle buyurmuştur: "Namaz kılmayanın, İslam'dan nasibi yoktur." 

Namaz, Allah-u Zülcelâl'in bir emri olduğu gibi, aynı zamanda mü'min ile kafir arasındaki en önemli farktır. Nitekim Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "İman ile küfür arasındaki fark, namazdır." Ancak maalesef öyle insanlar var ki, namaz kıldıkları halde, namaza önem vermiyorlar. Önem verilmeden kılınan bir namaz, insanı kötülüklere karşı nasıl koruyabilir? 

Namaza önem vermeyenler hakkında, Allah-u Zülcelâl Maun Suresi'inde şöyle buyurmuştur: فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ  
"Vay o namaz kılanların haline! Onlar, namazlarından gafildirler." (Maun; 4-5) İşte namaz kılıp da kalp kıran, namaz kılıp da dedikodu yapan, namazı "kılayım da bitsin" niyetiyle kılan insanlar, her namazda okuduğumuz Maun suresinde açıkça ikaz edilmiştir. 

Tadil-i Erkân dediğimiz, yani rüku ve secdelerde sükunetle hareket etmek, namazın sıhhati için önemlidir. Namazı hızlı kılanları gördüğüm zaman, aklıma şu geliyor; "Sanki, namaz onlar için bir nimetten çok bir yüktür. Bir an önce kılayım da bitsin, diye düşünüyorlar galiba!" Ben kendi nefsime de söylüyorum, hızlı namaz kıldığım zaman, namaza saygısızlık yapmış oluyorum. Hakikaten namaz Tadil-i Erkan ile kılınsa, en fazla 5-10 dakikayı alır. Ama, maalesef namazı öyle hızlı kılıyoruz ki, sanki bir an önce bitse de kurtulsak gibi bir anlama geliyor. 

Namaz, Allah'ın ricası değil, bir emridir. Ancak, namazın huşu ile kılınması da, Allah'ın emridir! Hızlı kılınan bir namazdan, ne kadar huşu alınabilir ki? Allah-u Zülcelâl, bize o kadar değer vermiş ki, bakın bizi müslüman olarak yaratmış. Dahası, bize namazı nasip etmiş. Ancak, biz namaz gibi bir nimetin değerini, kıymetini anlamadıktan sonra, o kıldığımız namaz, bize yükten başka bir şey getirmeyecektir. Önceki yazılarımda, samimiyetin öneminden bahsetmiştik. 

Bir insan iki rekat samimi olarak namaz kılsa, diğeri de 1000 rekat kılsa ama içinde riya olsa, o iki rekat namaz kılan insan, o bin rekat kılandan daha faziletlidir. Çünkü, o iki rekat sadece Allah rızası için kılınmıştır, diğeri ise sadece insanların kendisini görüp takdir etmesi için. 

Halbuki, ibadetlerin amacı insanların değil Allah'ın taktirini ve rızasını kazanmaktır. Allah'ın rızasını amaçlamayan bir ibadet, boş bir çabalamadan başka bir şey değildir. 

Namaz, en büyük nimetlerden biridir. Kişi, namazda iken Allah-u Zülcelâl ile muhatap olur. Bu nedenle kişi namaz kılarken, kimin karşısında olduğunu unutmamalıdır. 

Bir vakit namazı kazaya bırakmanın cezası, 80 yıl cehennemde yanmaktır. Bir vakit namazı kazaya bırakmanın cezası, bu olduğuna göre, hiç kılmayanın cezası nedir, onu ancak Allah-u Zülcelâl bilir. 

Şuurlu bir müslüman, namazı mutlaka düzgün bir şekilde kılması gerektiğini bilir ve öyle de yapmaya gayret eder. Bu da Salih bir müslümanın özelliğidir. Bir an bile namazdan gafil kalmaz, Allah-u Zülcelâl'in ona verdiği bu randevuyu kaçırmaz. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Namaz, mü'minin miracıdır." (Hadis-i Şerif) Öyle ise, bir mü'min namazını kılmakla, Allah-u Zülcelâl ile görüşmektedir. Ancak, bu görüşme karşısında kişi, kimin huzurunda olduğunu, kime münacat ettiğini iyi bilmelidir. Münacat ettiği kişi, sıradan bir insan değil, yerlerin, göklerin ve kendisinin yaratıcısı olan Allah-u Zülcelâl'dir. Bu şuurla hareket etmeli, namazını bu şuurla eda etmelidir. 

Namaz, insanı maddi manevi her türlü hastalıktan koruyan bir ibadettir. İnsan namaz kıldıkça, Allah'ı hatırladıkça, kalben huzurlu olur. Ayrıca namaz kılmak, vücudun da hareket etmesini sağladığı için, basur gibi hastalığı olanlara da şifa olmaktadır. Tabii, namaz her şeyden önce, Allah'ın emridir. Namaz, spor ve hareket maksadıyla yapılamaz. Ancak, Namazda yer alan hareketler, kişinin aynı zamanda egzersiz yapmasına da yardımcı olmaktadır. 

Namaz, maalesef günümüzde sıradan bir iş olarak görülüyor. İnsanlar, namazlarından çok günlük meşgalelerini daha çok önemsiyorlar. Sabah namazını kaçırmamak yerine, işe, okula geç kalmamayı tercih ediyorlar. Maalesef, üniversite mezunu kardeşlerimizin daha sabah namazının kaç rekat olduğundan bile haberi yok. Çünkü, namaz insanlara anlatılmıyor. "Yapsan da olur, yapmasan da olur." şeklinde hareket ediliyor. Ama yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, "Namaz, Allah'ın ricası değil, emridir." Bir müslüman, bu düşünce ile hareket etmeli ve kendisine emredilen bu namazı hakkıyla yerine getirmeye gayret etmelidir. 

Bu yazıyı yazmamdaki amaç, başta kendi nefsimi hesaba çekmektir. Ben de namaza başlayalı 2 sene oldu ancak, namazın hakkını veremiyorum. Ben de bu yazıyı yazarak, hem insanları bilinçlendirmek hem de kendi nefsimi hesaba çekmeyi düşündüm. Ben belki de, bu yazıyı okuyanlardan daha günahkar olabilirim. Belki de, bu yazıyı okuyup namaz kılanlar, benden namazlarını daha güzel bir şekilde eda ediyorlar. 

Belki de bu yazıyı okuyanlar, benden daha Salih insanlardır. Ancak, ben sadece bir hatırlatmada bulunmak istedim. Namaz şuuru hakkında başta kendi nefsimi, sonra diğer insanları uyandırmak istedim. Allah'dan dileğim, bir kişi bile bu yazımdan kendine pay çıkarır da, namaz kılmıyorsa namaza başlar, namazını kılıyorsa eksiklerini düzeltir. Bu surette belki Allah da beni affeder. 

Allah-u Zülcelâl, namazı hakkıyla kılan, namazın farkında olan kullarından olmayı, hepimize nasip eylesin .(Âmin)

Kaan Akalın

21 Şubat 2017 Salı

Fatih Sultan Mehmed Han

1432 yılında Edirne'de dünyaya geldi. Fatih Sultan Mehmed Han, Akşemseddin (k.s) Hazretleri'nin nazargahında yetişmiş olup, genç yaşına rağmen büyük ilerlemeler göstermiştir. 19 yaşına geldiğinde 6 lisan biliyordu. Askeri, siyasi ve kültür bakımından da Osmanlı Padişahları arasında ilk sırayı almıştır. Fatih Sultan Mehmed Han ilk kez, 1442'de tahta geçti. İlk kez tahta çıktığında, yaşı 10'du. O sırada haçlı ordusu da saldırıya hazırlanıyordu. Fatih Sultan Mehmed Han babası II. Murat Han'a bir mektup yazar: "Baba! Sen hala padişah isen gel ordunun başına geç. Eğer ben padişah isem, sana emrediyorum gel ordumu yönet." Bu sözler üzerine tekrar tahta geçen II. Murat, 1444'de yaşanan Varna savaşında, haçlıları ağır bir bozguna uğratmıştır. Fatih Sultan Mehmed Han, babası II. Murat'ın 1451'de vefat etmesi üzerine, 19 yaşında tekrar tahta geçti.

Fatih Sultan Mehmed Han'ın tahta geçtiğinde en çok yapmak istediği şey, İstanbul'u fethetmekti. Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellemin şu hadis-i şerifi, Fatih için İstanbul'un fethedilmesini gerektiriyordu: "Muhakkak ki İstanbul, mutlaka fetholunacaktır. O'nu fetheden komutan ne güzel komutan, O'nu fetheden asker ne güzel askerdir!"

Fatih Sultan Mehmed Han, 6 Nisan 1453 yılında İstanbul'u kuşatmaya başlamıştır. Ancak ne var ki, İstanbul bundan önce birçok medeniyet tarafından kuşatılmış, ancak düşürülememişti. En son Yıldırım Bayezid Han İstanbul'u kuşattığı sırada, Timur gelmiş yine İstanbul alınamamıştı.

Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u kuşatırken dedesi Yıldırım Bayezid'in yaptırdığı Anadolu Hisarı'nın karşısına Rumeli Hisarı'nı yaptırmak oldu.

Fatih Sultan Mehmed Han, Rumeli Hisarı'nı Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellemin ismi üzere yaptırmış ve yapımında kendisi de bizzat taş taşımıştır. Fatih Sultan Mehmed Han'ın bu hisarı yapmasının amacı da, Bizans'a dışarıdan gelecek olan yardımı kesmekti. Anadolu Hisarı ve Rumeli Hisarı'na toplar yerleştirildi. Böylece, Türklerin izni dışında buradan gemi geçse, derhal batırılacaktı. Rumeli Hisarı, 1452'de tamamlanmıştır.

Ancak, İstanbul'un kuşatılması için yapılması gereken önemli bir şey vardı. O da, İstanbul surlarını yıkabilecek güçlü bir top yapmaktı. Şahi adı verilen bu topların çizimini ve tasarımını da bizzat Fatih Sultan Mehmed Han yapmıştır. Şahi topları, en güçlü surları yıkabilecek güçteydi. İlk saldırı yapıldığında, Bizans surları ciddi bir tahribat almasına rağmen, Haliç'in zincirle kapalı olması sebebiyle başarısız olmuştur. Ancak Fatih'in bunun için de bir çözümü vardı. O da, gemileri karadan yürütmek:

Yollara döşenen raylar üzerinden geçirilip Haliç'e indirilen gemileri gören Bizanslı'ların artık hiçbir ümidi kalmamıştır. 29 Mayıs 1453'de başlayan büyük taarruz sonucu Bizans düştü ve aşılmaz denilen surları aşmak, Türklere nasip oldu. İstanbul'un fethi, şu sonuçlara neden oldu:


  • II. Mehmed'e çağ açan ve çağ kapayan anlamına gelen Fatih ismi verildi. 
  • Ortaçağ kapanıp, yeni çağ açıldı. 
  • Topların, güçlü surları yıkabileceği anlaşıldı. 
  • Osmanlı Devleti kuruluş döneminden yükselme dönemine geçti.
Ne var ki, Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u fethettiğinde oradaki gayrimüslim halkı inançlarında serbest bırakmış, hiçbir şekilde onlara zarar vermemiş ve verilmesini de yasaklamıştır. Bu hoşgörü zamanla, İstanbul'un o dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik olarak en önemli şehir haline gelmesine vesile olmuştur. 

Fatih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddin (k.s) Hazretleri'nin talimatı üzere, Eyyube'l Ensari Hazretleri'nin cenazesini bulmuş ve bu bölgede hemen bir cami yaptırmıştır. Üzerinden 400 yıl geçmesine rağmen Eyüp Sultan Camii, halen daha Türkiye'nin ve dünyanın birçok yerinden insanı kendine çekmektedir. 




Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'da birçok cami, mescid, hamam yaptırmıştır. İslam'a en büyük hizmeti ise, hiç şüphesiz Ayasofya'yı camiye çevirmek olmuştur. İstanbul fethedilmeden önce, Hristiyanlığın merkezi konumundaydı. Ancak, İstanbul'un fethinden sonra, bunun bilincinde olan Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya'yı camiye çevirmeye karar vermiştir. 1453'ten, 1923'e kadar cami olarak hizmet veren Ayasofya, şu anda müze olarak kullanılmaktadır. 


Fatih Sultan Mehmed Han, büyük bir asker, büyük bir komutandı. O'nu ne kadar anlatmaya çalıştıysam da, O'nu anlatmak için yaşamak gerekiyor. Fethettiği topraklardaki insanlara gösterdiği hoşgörü ve tevazu ile gönülleri fetheden Fatih Sultan Mehmed Han, vefatının üzerinden 400 sene geçmiş olmasına rağmen, halen daha anılıyor ve halen daha kendisini özletiyor. Allah-u Zülcelâl, büyük komutan Fatih Sultan Mehmed Han'ın ve O'nun döneminde yaşayan büyük Allah dostlarının ruhlarını şad etsin. Bizleri de onları örnek olarak yaşayan, bu büyük ecdadın torunu olmanın bilincinde olanlardan eylesin. (Âmin)

Osmanlı'yı Osmanlı Yapan Manevi Değerler

Osmanlı Devleti, 1299'dan 1923 yılına kadar, cumhuriyetin ilanı ile son bulan, tarihin tek hanedanlık tarafından yönetilen en büyük imparatorluğudur. 600 senelik tarihinde, 3 kıtaya ve 3 denize yayılan Osmanlı Devleti, hayata geçirdiği eşitlik siyasetiyle, halen daha fethettiği yerlerde özlemini sürdürüyor.

Osmanlı İmparatorluğu 1299 yılında küçük bir beylik iken, kısa zamanda 3 kıtaya hakim olmayı başardı. Bunun en büyük nedenlerinden biri ise, Osmanlı Devleti'nin fethettiği topraklardaki farklı dinden olan insanlara hoşgörülü ve merhametli davranmalarıdır. Hiçbir Osmanlı Padişahı fethettiği yerlerdeki insanlara zulmetmemiş, daima onları hoşgörü ve merhametle karşılamışlardır. Fatih Sultan Mehmed Han'ın çıkardığı ferman da, bunun en güzel kanıtıdır:



Ben ki Sultan Mehmet Han’ım; sıradan ve seçkin bütün insanlar tarafından bilinsin ki, bu padişah buyruğunu ellerinde bulunduran Bosnalı [Fransisken] ruhbanlara büyük bir lütufta bulunarak şunları buyurdum: Adı geçenlere ve kiliselerine hiç kimse engel olmayacak ve sıkıntıvermeyecektir ve onlar sakınmaksızın ülkemde yaşayacaklardır. Ve kaçıp gidenler bile güven içinde olacaklardır. Gelip ülkemizde korkusuzca oturacaklar ve kiliselerine yerleşeceklerdir. Ne ben, ne vezirlerim, ne kullarım, ne uyruklarım, ne de ülkemin bütün halkından hiç kimse adı geçenlere — kendilerine ve canlarına ve mallarına ve kiliselerine ve dışarıdan ülkemize gelenlerine— dokunmayacak, saldırıp incitmeyecektir. Yeri, göğü yaratan Rızıklandırıcı adına ve Kur’an adına ve ulu Peygamberimiz sallallâhu aleyhi vesellem adına ve yüz yirmi dört bin peygamber adına ve kuşandığım kılıç adına yemin ederim ki, bu kişiler emrime itaat ettikleri sürece, bu yazılanlara hiç kimse uymazlık etmeyecektir. Böyle biline.

Osmanlı İmparatorluğu yürüttüğü bu eşitlik siyasetinde fethettiği topraklardaki farklı dine mensup insanlara asla zarar vermemiş, o insanları kendi dinlerinde serbest bırakmıştır. Her zaman, her yere yaymayı başardığı kardeşlik, merhamet, hoşgörü duygularıyla, İslam'ı yaymayı başaran Osmanlı İmparatorluğu, yıkılışından 97 sene geçmesine rağmen, halen daha fethettiği topraklarda kendini özletiyor. Tabii ki, Osmanlı'nın siyasi ve askeri gücü de bu kadar kısa sürede güçlenmesine egemen olmuştur ama, bu manevi değerler ile de fethettiği topraklardaki insanların kalplerini fethetmeyi başarmıştır.

Böyle bir ecdadın torunu olmak, insanı gerçekten gururlandırıyor!

Osmanlı Devleti, Kur'an ve Sünnetten asla taviz vermezdi. Özellikle Fatih Sultan Mehmed Han, Yavuz Sultan Selim Han, Kanuni Sultan Süleyman ve diğerleri... Osmanlı padişahları daima İslam'a hizmet için çalışmışlardır. İslam'ın bu topraklarda en güzel şekilde yaşanmasına vesile olan bu insanlar, üzerilerinden asırlar geçmesine rağmen, halen daha isimleri anılıyor ve halen daha kendilerini özletiyorlar.

Osmanlı'nın armasında yer alan figürlere kısaca göz atalım şimdi:


  1. Tuğranın etrafındaki güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir. 
  2. II. Abdulhamit'in tuğrası.
  3. Sorguçlu serpuş: Osman Gazi'yi ve tahtı temsil eder.
  4. Yeşil Hilafet sancağı. 
  5. Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur.
  6. Çift taraflı teber
  7. Toplu tabanca
  8. Terazi: şeşper ve asaya asılıdır, adaleti temsil eder.
  9. (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler.
  10. İmtiyaz sembolü: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere veriliyordu.
  11. Osmani sembolü: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi.
  12. Asa ve şeşper
  13. Çapa, Osmanlı denizciliğini temsil eder.
  14. Bereket boynuzu
  15. İftihar sembolü
  16. Yay
  17. Mecidi sembolü
  18. Borazan, modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir
  19. Şefkat sembolü, 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.
  20. Top gülleleri (Bazı armalarda bulunmuyor.)
  21.  Kılıç
  22. Top, topçu ocaklarını temsil eder.
  23. El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik Türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.
  24. Mızrak.
  25. Çift taraflı teber, orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.
  26. Tek taraflı teber (balta)
  27. Bayrak
  28. Osmanlı sancağı
  29. Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remzeder
  30. Kalkan, Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder. 
Osmanlı Devleti, yukarıda paylaştığımız Osmanlı Armasındaki anlamların dışına hiç çıkmadı. Milli ve manevi değerleriyle halen daha kendini özleten Osmanlı Devleti, Kıyamet gününe kadar da kendini özletmeye devam edecektir. 

Ben, Osmanlı Devleti hakkında çok araştırma yaptım. Halen daha yapmaya devam ediyorum. Rabbim izin verirse, bu araştırmalarımı yapmaya devam edecek ve bu büyük ecdadın torunu olarak, onlara layık bir nesil olduğumu da ispatlamaya çalışacağım inşaAllah. 

Günümüzde de en çok ihtiyaç duyduğumuz Osmanlı'nın milli ve manevi değerlerini, daha iyi tanımaya ve tanıtmaya gayret edeceğim. İnşaAllah, bu göstereceğimiz gayret, Osmanlı gibi şanlı bir ecdadımızın 600 senede yazdığı destanın akıllardan silinmemesine vesile olmaya çalışacağım. Siz kardeşlerimden de bu mücadelem için dua isteyeceğim. 

İlgi ve bilginize teşekkür eder, yazılarımdan istifade etmenizi dilerim. 

Kaan Akalın


18 Şubat 2017 Cumartesi

Kalbimiz İçin Çok Tehlikeli İki Hastalık: Gıybet ve Dedikodu

Tasavvuf büyüklerimiz, bize hep şu üç tavsiyede bulunmuşlardır: 
  1. Az konuş,
  2. Az ye,
  3. Az uyu. 
Biz Müslümanlar her ne kadar günah işlememeye gayret etsek de, kendimizi gıybet ve dedikodudan alamıyoruz. Atalarımız, "Boş tenekeden çok ses çıkar." demişler. Bunun nedeni de bir insan ne kadar çok konuşursa, o kadar boş konuşuyor olmasıdır. Bu çok ve boş konuşma, zamanla insanları çekiştirmeye, insanların arkasından konuşmaya, laf taşmaya doğru ilerliyor. Hâlbuki tüm bunlar, kalbimiz için en tehlikeli hastalıklardan biridir ve gıybet ve dedikodu büyük günahlardan sayılmıştır. Allah-u Zülcelâl, ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: 

وَيْلٌ لِّكُلِّ هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ 
Arkadan çekiştirmeyi ve kaş-gözle alay etmeyi alışkanlık haline getirenlerin hepsinin vay haline! (Humeze; 1) 

Ancak bu uyarıyı bilmemize rağmen, halen daha dilimize engel olamıyoruz! Ne zaman sevdiklerimizle bir araya gelsek, kendimizi dedikodudan ve gıybetten alıkoyamıyoruz. Halbuki bu gıybet ve dedikodu cehennemde senelerce yanmamıza sebep olabilecek günahlardır. Gıybet yapan sadece kendine zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda gıybet yaptığı kişinin de hakkına giriyor. Kul hakkının ne kadar tehlikeli olduğunu da hepimiz biliyoruz! 

Gıybet, bir insanın kusurunu gördüğümüzde, bunu yüzüne karşı söylemek yerine, arkasından başkalarına anlatmaktır. Bu kusur eğer yalansa, bu da iftiraya girer ki, bu daha tehlikeli bir durumdur. Allah-u Zülcelâl bu konuyla ilgili de şöyle buyurmuştur:
 لَايُحِبُّ اللّهُ الْجَهْرَ بِالسُّوءِ مِنَ 
الْقَوْلِ اِلَّا مَنْ ظُلِمَ وَكَانَ اللّهُ سَميعًا عَليمًا 

"Allah, zulme uğrayanların dışında, çirkin sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz. Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir." (Nisa; 148) 

Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyurmuştur: 

يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اجْتَنِبُوا كَثيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ تَوَّابٌ رَحيمٌ

"Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir." (Hucurat; 12)

İşte hiç önemsemediğimiz, aslında dinimiz açısından oldukça önemli günahlar olan gıybet ve dedikodudan sakınmamız lazımdır. Ayette geçen "Ölmüş kardeşinin etini yemek" ifadesi, gıybet ve dedikodunun ne kadar çirkin bir iş olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. 

Bize düşen, insanların kusurlarını örtmektir. İnsan her zaman hatayı, ilk önce kendinde aramalıdır. Hatta insan kendini, diğer insanlardan daha hatalı ve günahkar olarak görmelidir. 

Gıybet, dedikodu aslında haset yani düşmanlıktan besleniyor. Özellikle o kişi sevmiyorsak, onun hal ve tavırlarını beğenmiyorsak, onun gıybetini yapmamız ise kaçınılmaz oluyor. Halbuki dinimiz, kardeş olmamızı emrediyor. Ayet ve hadislerde, sürekli Müslüman kardeşliğinden bahsediliyor. Onun için, Müslüman kardeşlerimize haset etmekten kaçınmalı, onların gıybetini yapmaktan kendimizi muhafaza etmeye çalışmalıyız. Unutmayalım ki, Allah her yaptığımızı görüp, bilmektedir. Bir kamera gibi her anımızı kaydetmektedir. Onun için bunun bilincinde olarak hareket etmemiz lazımdır. Birbirimize karşı kin, nefret, düşmanlık gibi çirkin şeylerden kaçınmamız lazımdır. 

Allah-u Zülcelâl, birbirimizi Allah için sevmeyi, gıybet ve dedikodu gibi çirkin davranışlardan kaçınmayı hepimize nasip eylesin. (Âmin)

Tevazu ve Alçakgönüllülük

Tevazu ve Alçak Gönüllülük 



Tevazu ve alçak gönüllülük, insanı kibirden ve büyüklenmeden koruyan önemli bir duygudur. Nitekim, kibirli ve bencil insanlar Allah tarafından sevilmediği gibi, insanlar tarafından da sevilmezler. Kimsenin kendini, başkalarından üstün görmeye hakkı yoktur. 

Nitekim, firavunu helak eden de bencillik ve kibirliliktir. Hatayı hep başkalarında arayan, kendisini her zaman hatasız gören insanlar, zaten bu hatalarının pençesinde boğulup kalırlar. Kibirli ve bencil insanlar, sürekli yalnız kalan insanlardır. Kendilerini diğer insanlardan farklı gören, kendini dünyanın merkezi zanneden insanlar, halbuki kendi nefislerine zulmetmekten başka bir yararları dokunmayan insanlardır. 

Biraz düşünsek, kibirlenmemizi ve bencil davranmamızı gerektirecek hiçbir özelliğimizin olmadığını anlarız. İnsan, aciz bir varlıktır. Sürekli başkalarının yardımına ihtiyacı vardır. Bir insan kendini diğer insanlardan üstün gördüğü zaman, başka insanların yardımını da istemiyor demektir. 

Oysa insan, sadece bir topraktan ibarettir. Allah, insanı topraktan yaratmış ve tekrar toprak edecektir. Tarihte yaşamış kibirli ve gururlu insanlar, bu davranışlarının bedelini çok ağır bir şekilde ödemişlerdir. 

İnsanın asıl görevi ise, kendini diğer insanlardan farklı görmemek, hatasını kabullenmek ve hatasının telafisi için, insanların yardımına başvurmaktır. Böyle davranan bir insan, kuşkusuz her zaman yardım ve sevgi görebilmektedir. Ben kendi tecrübelerimden de bahsetmek istiyorum: Ben ne zaman hatamı kabullenmeyip, suçsuz olduğumu iddia etsem, bu suçu gerçekten işlemiş olsam, insanlar bana karşı daha sert davranıyor ve daha ağır cezalarla karşı karşıya kalabiliyorum. Hâlbuki ben, pişman olsam ve hatamı kabul edip af dilesem, bu durum çok daha kolay bir şekilde atlatılacaktır. 

Bize düşen, insanları olduğu gibi kabul etmek, insanları olduğu gibi sevmektir. Bizi de, diğer insanları da Allah yaratmıştır. Bizim, Allah'ın kudret ve azameti karşısında hiçbir gücümüz yok. Allah, kibirlenmeyi ve cimriliği kesin olarak yasaklamış, bunu yapan insanların dünya ve ahirette ağır cezalara maruz kalacağını da bildirmiştir. Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (ya da deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkarları işte böyle cezalandırırız. (Araf Suresi, 40)



Biz maalesef, nefsimizin arzularına uyarak, dünyanın geçici süsüne aldanarak, kibirli ve bencil bir hale geliyoruz. Kibir ve bencillik, insanı dünya ve ahirette azaptan başka bir şeye götürmeyecektir. Oysa insan, Allah'a karşı olsun, diğer insanlara karşı olsun kibirlenmekten ve bencillikten kaçınmalıdır. 

Hatta insan, kendini diğer tüm canlılardan aşağı görmelidir. Öyle ki, böylece insan yaptığı hataları insanlara yüklemeden, yaptığı hatayı bilir, pişman olur ve tevbe edip istiğfar eder. Çünkü, insanı ve kainatı yaratan ve bunların hepsini yoktan var eden Allah'a karşı kibirlenmeye hiçbirimizin hakkı yoktur. Tevazu ve alçak gönüllü olmak, kendini insanlardan üstün görmemek, daima kendi kusurlarını onların kusurlarından büyük görmek, kendisini başkasından daha günahkar görmek demektir. Böyle bir tutum, insanı haksız yere kibirlenmekten muhafaza eder. 

Şüphesiz Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, müstekbirleri sevmez. (Nahl Suresi, 23)

17 Şubat 2017 Cuma

Allah'ın Gazap Ettiği Şehir: Pompeii


Pompeii, İtalya'nın Napoli şehrinde yer alan antik bir kenttir. Pompeii milattan sonra 79 yılında yaşanan Vezüv yanardağının patlaması sonucu, yok olmuştur. Pompeii, bundan 2000 yıl önce Roma sosyetesinin tatil yeriydi. Roma'nın zengin insanları, buraya tatile gelirlerdi. Pompeii şehri insanları, zamanın şartlarına göre oldukça modern bir yaşam sürmüşlerdir. Düzenli sokaklar, taş döşemeli yollar, binlerce kişiyi ağırlayan tiyatrolar. Pompeii'de Vezüv yanardağı patlamadan önce, binlerce insan yaşamaktaydı. 

Pompeii Halkı, zengindi. Hatta o zamanın en zengin şehrinden biri olan Pompeii, binaların ve evlerin tasarımıyla göz kamaştıran bir bir görünüme sahipti. 

Ancak, bu zenginlik ve lükse düşkünlük, kentin insanlarını gayr-i ahlaki bir hale getirmiştir. Şehrin insanları, eğlenceye, zevk ve sefaya düşkün insanlar haline gelmeye başlamıştır. Daha sonra bu durum zina, eş cinsellik gibi çirkinlikleri de beraberinde getirmiştir. Daha sonra bu daha da artarak, artık insanlar arasında sıradan hale gelmeye başlamıştır. 



Pompeii şehrinde zina ve fuhuş o kadar yaygınlaşmıştır ki, şehri ziyaret ettiğinizde adım başında genel evlerin yer aldığını görebilirsiniz. Hatta tüm bu çirkinlikleri de bina duvarlarına resmetmeye başlamışlardır. Daha sonra, nihayet Vezüv yanardağı patlamış ve Vezüv yanardağından çıkan lavlar, hızla şehre yayılmaya başlamıştır. Vezüv yanardağının lavlarından kaçmaya çalışan insanlar, buna fırsat bulamadan, lavların altında kalıp yok olmuşlardır. Pompeii, 17. yüzyıla kadar saklı kaldı. Daha sonra 17. yüzyılda bu bölgede çalışma yapan arkeologlar, bölgedeki tonlarca kül ve bazaltı kazarak,
taşlaşmış cesetlere ulaştılar.

Bu taşlaşmış cesetler, o an ne yapıyorlarsa o şekilde bulunmuşlardır. Bu taşlaşmış cesetler, halen daha Pompeii şehrinde cam bir muhafazanın içinde durmaktadırlar. Kaçacak vakit dahi bulamayan insanlar, o anda lavların altında kalarak, taşlaşmışlardır. 

Pompeii şehrinde yok olan sadece insanlar değil, hayvanlar da lavların altında kalarak yok olmuşlardır. 

Pompeii şehrinin yok olması, Lut Kavmi'nin yok olması arasında benzerlik vardır. İki kavim de aynı şekilde helak olmuşlardır. Bu paylaştığım taşlaşmış cesetler, insana ibret veriyor! Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemenin, Allah'a karşı gelmenin ve Allah'ın gazabına düçhar olmanın nelere sebep olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. 

Bu taşlaşmış cesetler, insanın Allah'a karşı ne kadar da aciz olduğunu kanıtlıyor. Bu insanlar, Allah'ın sınırlarını çiğnedikleri, zevk ve sefaya dalmaları ve gösterdikleri ahlaksızlıkların bedelini bu şekilde ödemişler. 

Allah gazaba geldiği zaman, nelere sebep olduğunu anlatmaya çalıştım. Bir insan Allah'ı asla hafife almamalıdır! İşte bu resimler, Allah'ın ne kadar güç ve kudret sahibi olduğunu kanıtlamaktadır. Bize düşen de bu helak olan kavimlerden ibret alıp, Allah'ın razı olacağı şekilde yaşamaya gayret etmektir. 
Ya bunu yapacağız, ya da bu resimdeki insanlar gibi Allah'ın gazabına uğrayacağız. Allah razı olacağı amelleri yapmayı nasip eylesin. (Âmin)

16 Şubat 2017 Perşembe

Cemaatle Namaz Kılmak

5 vakit namazın cemaatle kılınması, erkeklere müekked sünnettir. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem, 5 vakit namazın cemaatle kılınmasını emretmiş ve teşvik etmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Kişinin bir başka kişi ile birlikte kıldığı namaz, tek başına kıldığı namazdan, iki kişi ile birlikte kıldığı namaz bir kişi ile birlikte kıldığı namazdan daha sevaptır. Cemaat ne kadar çok olursa bu namaz Allah’a o nispette sevimlidir.” (Ebu Dâvûd, Salât, 47

Cemaatle namazın fazileti çok olduğu gibi, aynı zamanda da insanlar arasındaki kardeşlik duygusunun da pekişmesine büyük bir vesiledir. Namazları cemaatle kılmak, müslümanlar arasındaki kaynaşmayı artırır. Özellikle de sabah ve yatsı namazlarını cemaatle kıldığımız zaman, geceyi ibadetle geçirmiş gibi sevap kazanıyoruz. Nitekim Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem, hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa, gece yarısına kadar namaz kılmış gibi sevab alır. Sabah namazını da cemaatle kılarsa, bütün geceyi namaz kılarak geçirmiş gibi sevap alır."(Buharî, ezan, 34; Müslim, Mesacid, 260)
Ben kendimden biliyorum, gece namazlarına kalkmak hayli zor. İşte biz sabah ve yatsı namazlarını cemaatle kıldığımız zaman, bütün geceyi ihya etmiş gibi sevap kazanıyoruz. Bu Allah-u Zülcelâl'in hoşuna giden bir haldir. 

Ben kendi nefsime de söylüyorum, maalesef cemaatlere gitmekte gevşek davranıyoruz. Camiler büyük olsa da, cemaatler çok az. Halbuki, Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem, bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi, bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi."(Buharî, ezan, 9,32; Müslim, salat, 129)

İşte, yukarıdaki hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, cemaatle namazın ne olursa olsun kılınması bize tavsiye edilmiştir. Ancak biz, nefsimize uyup onu tembelleştirdiğimiz için, cemaatle namaza gidemiyoruz. Hâlbuki, Allah-u Zülcelâl'i ve Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellemi nefsimizden daha çok sevseydik, cemaatle namazı asla kaçırmazdık. 

Cemaatle kılınan namazın kabul olmasının oranı, tek başına kılınan namazlardan çok daha fazladır. Mesela cemaatle namaz kılan bir kişi, namazı kabul olmayacak bir hata yapsa bile, Allah-u Zülcelâl Kerem sahibi olduğu için, namazı kabul olan cemaatin hürmetine, o kişinin de namazı kabul oluyor. 

Dediğimiz gibi, cami çok ama cemaat az. Aslında cemaatin de çok olması lazımdır. Cuma namazlarında, bayram namazlarında doluyor ancak, cemaatle namaz sadece Cuma ve Bayram namazları için değildir. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem, beş vakit namazın beşinin de cemaatle kılınmasını emretmiştir. Öyle ise, bize düşen de elimizden geldiği kadar, namazlarımızı cemaatle kılmaya gayret etmek, cemaati terk etmemektir. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Beş vakit namazı cemaatle kılan, Sırat köprüsünü şimşek gibi geçer." (Taberani) 

Tüm bunlardan sonra, cemaatle namaza özen göstermeli, özrümüz olmadıkça namazlarımızı cemaatle kılmalıyız. Cemaatle kılınan namazın, sevabını ve önemini anlamayı, namazları cemaat ile kılabilmeyi, Allah-u Zülcelâl hepimize nasip eylesin. (Âmin)